BAZI TASAVVUF
YANLILARININ
HATALI
DÜŞÜNCELERİ (2)
Seyfi Say
Soru: Her şeyh kâmil bir mürşid midir?
Cevap: Her şeyhin kâmil bir mürşid olmadığı, Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz gibi örneklerden bellidir. Ancak, şeyhlikleri kendilerinden menkul bu şahısların yanı sıra, gerçekten icazetli şeyhlerin de mutlaka kâmil bir mürşid olmaları gerçekte nadir rastlanan bir durumdur. İmam-ı Rabbanî şöyle der:
“Şunu da bilesin ki, bazı ihlas sahibi kimselere icazet verilmesi, dalaletin yayılıp umumileştiği bir zamanda; bir cemaat için Hak yoluna delil olup göstermesi içindir. Bunun için kendisine icazet verilmiştir.... İcazet onun için, kemal ve tekmil vehmine düşüren ve esas maksattan olan birşey değildir.” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, s. 467)
Soru: Bir şeyh, kendisine bağlananlardan dolayı sevinç, uzak duranlardan dolayı da üzüntü duyuyor, hatta buna öfkeleniyorsa ve bu da onun söz ve tavırlarına yansıyorsa, bu nasıl değerlendirilmelidir?
Cevap: İmam-ı Rabbanî şöyle demektedir:
“Her ne zaman bir mürid, tarikat talebi ve inabe muradı ile gelirse, onu ilk nazarda arslan kaplan gibi bilmeli; onun yüzünden bir keyde ve istidraca uğramaktan korkmalıdır. Eğer mürid geldiği zaman, onun gelmesi nefse bir ferah ve sürur verirse, böyle bir şeyi şirk ve küfür bilmelidir....” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, s. 372)
Soru: Tasavvufun hükmü nedir?
Cevap: İmam-ı Rabbanî şöyle demektedir:
“... İnsanlar, kıyamet günü, ancak şeriattan sorumlu olacaklardır; tasavvuftan değil.” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, s. 166.)
Bununla birlikte, tarikat meselesiyle karıştırılmadan, salt ihlaslı ve müttekî olma olarak kabul edilirse, tasavvufun vacip olduğu söylenebilir.
Soru: İmam Gazalî’nin 900 yıl öncesi için söylediği “... Şu kadar ki, zamanımızın mutasavvifesi, .... Kendi akıl ve dinlerini maskara ettiler. Çünkü iş ve güçleri riya ve gösteriş, şan ve şöhret kazanmak, türlü hilelerle servet edinmektir.... Müridlere faydalı bir terbiye vermez, onları kötülüklerden menetmezler.... Tasavvuf tamamen çöküntüye uğradı ve mahvoldu” (İhya, C. 2, çev. A. Serdaroğlu, s. 635) şeklindeki sözü dikkate alınınca, günümüzde tasavvufun tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün olabilir mi?
Cevap: Tasavvufu salih ve müttekî insan olma, Kitap ve Sünnet’e sarılma olarak kabul edersek, bu tür insanlar bulunduğu sürece tasavvufun da yaşadığını söylemek mümkün olabilir. Bununla birlikte, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in “Zühd bir rivayet, vera da tasannu (sunîlik, yapmacıklık ve yapaylık) haline gelmedikçe kıyamet kopmaz” (Ramûz, 477/12) şeklinde bir hadîsi mevcuttur. Tasavvufu zühd (dünyayı terk) ve vera (ileri derecede takva) olarak kabul edersek, bu konuda bu hadîsi dikkate almak gerekir. Zühdün rivayet haline gelmesi, onun yaşanan bir şey olmaktan çıkıp salt, “Zahid olmak şöyle iyidir, böyle iyidir, geçmişte şöyle zahid mutasavvıflar vardı, bakın tasavvuf ne kadar güzel” diye anlatılan birşey haline gelmesi olarak görülebilir.
İmam Gazalî’nin sözünü hatırlatır şekilde İmam Şaranî de şöyle demektedir: “Bu zamanda kavmin (mutasavvıfların) ahlâkıyla amel etmek inkıraza uğramıştır. Çünkü irade makamı bile az ele geçebilir, arifler makamı nerede kaldı!” (Osman Akfırat, Erenlerin Kalb Gözü, çev. Ali Arslan, 2. b., İstanbul: Arslan Y., 1974, s. 417.) İmam Şaranî bu sözüyle, adab ve şartlarına uygun, ihlaslı, dünyevî garez ve ivazlardan salim, Şeriat’e uygun “irade”nin (müridlik) bile kolay olmadığını belirtmektedir.
Mağribli Şeyh Zerruk’un da şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Islah yoluyla terbiye sona erdi. Ancak himmet ve hal ile terbiye sistemi vardır. Binaenaleyh kitab ve sünnete yapışınız, ne eksik, ne de fazla yapmayınız.” (A.g.e., s. 416.) Bu sözden, geçmişte görülen, müridlerin etkin bir biçimde eğitilmeleri olayının ortadan kalktığı, onun yerini, huyların sirayeti şeklinde ortaya çıkan örnek olma durumu (hal) ile terbiyenin aldığı anlaşılmaktadır. Ancak, bu tarz bir eğitimin (veya şeyhten etkilenmenin) de birçok tehlike ve mahzurları mevcuttur. Nitekim Risale-i Halidiye’de, şeyhi her iş ve sözünde taklit etmenin zındıklığa yol açacağı ifade edilir. Bunun için olmalıdır ki Şeyh Zerruk, “Kitap ve sünnete yapışınız, ne eksik ne de fazla yapınız” uyarısında bulunmaktadır.
Bununla birlikte, bu sözleri aktaran Osman Akfırat (merhum Medineli/Beykozlu Hacı Osman Efendi) şu açıklamayı yapmaktadır: “Bu zevat-ı kiram tamamen hakikî terbiye ortadan kalkmıştır kastetmiyorlar. Onları böyle kastetmekten tenzih ediyorum. Çünkü Resulullah’ın nuru kıyamete kadar devam edecektir.” (A.g.e., s. 417.) Ancak, şunu da söylemektedir: “Bu zamanda alimlerin irşad etmeleri meşayihin irşadından daha güzeldir.” Bunu da, İmam Gazalî’nin açıklamalarını hatırlatır şekilde, şöyle izah etmektedir: “Çünkü ehl-i ilmin mesleğine gelen eksiklik ve halel, meşayihin mesleğine giren halel ve eksiklikten daha azdır. Zira tarikat ehlinin çoğu cehaletin yükü altında inim inim inlemektedir…. Bugünkü alimlerin çoğu her ne kadar halleri istikametten uzaklaşmış ise de, ilmin nuru onların eksikliğini telafi etmiştir. Onları kötü inançtan ve isyana razı olmaktan uzaklaştırmıştır. Zira günahlarını iyi gören bir tek ilim adamına rastlamazsın. Eğri olduğu halde doğruluğunu iddia eden bir tek müteşerria tesadüf edemezsin. Nitekim Allah’ın Resulü s.a.s. buyurmuştur: ‘Fitne gelecektir, halkı kasıp kavuracaktır. O fitneden ancak alim ilmi sayesinde kurtulacaktır.’ ” (A.g.e., s. 149-150.)
Bu noktada, İmam Malik'in “Tasavvufsuz tefakkuh fıska, tefakkuhsuz tasavvuf zındıklığa yol açar” sözünü hatırlamak gerekebilir. İlk sufîlerden Ebu Bekir Verrak’ın şu anlamda bir sözü, F. Attar’ın “Tezkiretü’l-Evliya”sında yer almaktadır: “Zühd ve Fıkhı bırakıp Kelam ilmiyle yetinen zındık, Kelam ile Fıkhı bırakıp zühde sarılan bid’atçi, zühd ve Kelam’ı terk edip sırf Fıkıh’la uğraşan da fasık olur. Bu fenlerin, ilim dallarının hepsinden nasip alan kurtulur.” Burada, Abdülhalık Gücdüvanî rh. a.’in, cahil sofulardan uzak durulması tavsiyesini de ayrıca hatırlamak yerinde olur. Bununla birlikte, herkesin her zaman herşeyi bilmesini beklemek de doğru olmayabilir. Ne var ki, cahil veya bilgisiz olmaktan daha kötü olan, hakkı duyduğu veya öğrendiği zaman bunu kabul etmeye yanaşmamaktır. Bu, sadece cehalet değil, tasavvufun amacı olan iyi ve sağlam niyet ile güzel ahlâktan da nasipsiz olmak anlamına gelir.
Soru: İmam-ı Şa’ranî’ye ait olduğu söylenen “Her peygamber bir şeriat ile gelir, her veli de zamanına göre yeni bir anlayış getirir” şeklindeki sözü nasıl değerlendirmek gerekir?
Cevap: Bu sözü aktaranlar kaynak göstermiyorlar. O nedenle, gerçekten İmam Şa’ranî’ye mi ait ve ne kadar doğru aktarılıyor, bilmiyoruz. Fakat bu sözün bu şekliyle ona ait olmadığını tahmin ediyoruz, çünkü gerçekte her peygamber bir şeriat ile gelmemiştir. Bazen bir peygamber (veya peygamberler), kendilerinden önceki bir peygamberin şeriatine tâbi olmuşlardır.
“Zamanına göre yeni bir anlayış getirme” meselesi ise, ilme bağlıdır; ilimsiz olmaz. Bu görüş ancak, “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” (Mecelle, madde 39) hükmü çerçevesinde değer taşıyabilir. “Allâme Zahid el-Kevserî'nin bu husustaki tespiti de çok önemlidir: Zamanın, mekânın değişmesi ile hükmün değişmesi, hükmün değişik hâllere göre tafsilâtından ibarettir. Yoksa zamanın değişmesi ile mutlak mânâda hükümlerin değiştiğini düşünmek, ilâhî nizamı insan ürünü kanunlar seviyesine indirmek demektir. (Kevserî, Makalât, s. 87).” (Ergün Çapan, “Kur'an'ın Evrenselliği ve Tarihselci Yaklaşım”, Yeni Ümit Dergisi, Yıl: 15, S. 58 (Ekim-Kasım-Aralık 2002), http://www.yeniumit.com.tr/konular.php?sayi_id=58&konu_id=45&yumit=bolum3)
O yüzden, yeni bir anlayış getirme iddiasıyla ortaya çıkanların çoğu, özellikle de ilim bakımından boş olanları, aslında ya bid’atçi ya da sapıktır. Nitekim birçok tarikat bu şekilde bozulmuştur. Muhtemelen bu bozulmaya direnenlere de, İmam Şa’ranî’ye atfedilen yukarıdaki söz gibi sözlerle itirazda bulunulmuştur.
Oysa, İmam’a atfedilen bu söz, ayet ya da hadîs değildir; yani tek başına delil olamaz. Ayrıca bu söz, genelleme içermesi itibariyle kesinlikle yanlıştır, çünkü her velinin zamanına göre yeni bir anlayış getireceği ileri sürülmektedir. Böylece “yeni bir anlayış getirme”, velîliğin şartı haline getirilmektedir. Böyle birşey yoktur. Ayrıca, zamanın değişmesi ile bazı ahkâmın (hükümlerin) değişmesi, mutlaka değişecekleri değil, değişebilecekleri anlamına gelir. Bunlar da aslında sadece içtihadî nitelik taşıyan hususlardır. Üstelik, yeni veya eski farketmez, içtihatlar hatalı da olabilir.
Bir başka deyişle, her yeniliğin isabetli olması gerekmez. Bazen yeni bir anlayıştan söz edilebilse bile, bunun Kur’an ve Sünnet’le çelişmemesi gerekir. Hz. Ebubekir r. a. en büyük velî olduğu halde, halife olunca irad ettiği ilk hutbesinde şöyle demiştir: “Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza halife seçildim. Ey insanlar! Ben de sizin gibi bir insanım. Bilmiyorum, belki Hz. Peygamber'in yapabildiği şeyleri bana da teklif edeceksiniz. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i (s.as.) alemlerden üstün kılmış ve onu afetlerden korumuştu. Ben ise ancak Hz. Muhammed'e tabi olan birisiyim. Kendiliğimden hiç bir şey icat edemem. Eğer ben doğru hareket edersem bana uyunuz. Eğer doğruluktan uzaklaşırsam beni düzeltiniz. Hz. Peygamber vefat ederken, hiç kimsenin, onun üzerinde bir çöp darbesi kadar bile hakkı yoktu. Benimse, bir şeytanım vardır. Zaman zaman bana galebe çalar.”
Şayet yukarıda aktarılan söz İmam Şaranî’ye aitse, onun kendi kanaatidir; dolayısıyla yanlış da, doğru da olabilir. Çünkü İmam’ın yanılmazlık ve ismet gibi bir sıfatı bulunmamaktadır. Nitekim İmam Şaranî’nin kendisi, “Gerçek Şeyhler ve Sahteleri” adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında (İstanbul: Bedir Yay., 1997) Hz. Ömer’in şu sözünü aktarmaktadır: “Bu, Ömer’in görüşüdür. Eğer doğruysa Allah’tan, yanlışsa Ömer’dendir.” Hz. Ömer’in görüşleri yanlış olabilirse (ki olabilir, bazen olmuştur da), İmam Şaranî’ninkiler ve ayrıca sözünü ettiği velîlerinki haydi haydi olabilir. Peygamberlerin masumiyetine karşılık, velîlerin masumiyeti yoktur. Bu nokta gözardı edilmemelidir.
Bu bir yana, kimin velî olduğu da öyle kolayca bilinebilen birşey değildir. Her yenilik yapan, velî olmadığı gibi, her velînin de yeni bir anlayış getirme iddiası ile ortaya çıkması gerekmez. Bunun da ötesinde, her şeyhin velî olduğu da söylenemez. Şeyhlik başka birşey, velîlik başka birşeydir.
Dahası, önemli olan yeni bir anlayış getirmek değil, Kur’an ve Sünnet’e bağlılıktır.
Bir hadîste, bu ümmetten kendisine ilham olunanlar bulunduğu, Hz. Ömer’in de onlardan olduğu bildirilmiştir. Ama, günümüz için konuşursak, kimin ilham aldığından emin olmak kolay değildir. Çünkü Hz. Ömer için hadîs mevcuttur, ama yaşayan hiç kimse hakkında böyle bir şer’î delil yok. (Yine de Hz. Ömer’in her sözüne “Ona ilham geliyor” diye itirazsız bir şekilde itimat edilmemiştir.) O yüzden, velî olduğu düşünülen insanlar için bile eskiler “mâzanne” (velî olduğu zannedilen) ifadesini kullanmış, daha fazlasını söylemekten kaçınmışlardır. Ayrıca, İslâm alimleri ilham ve keşfi şer’î delil olarak kabul etmeme konusunda müttefiktir. İlham veya keşfin doğruluğunun alameti Şeriat’le çelişmemesidir. Bu durumda da delil yine şer’î bilgilerdir, ilham değil.
İmam Şaranî, şeyhlerle ilgili bir “tabakat” kitabı da yazmıştır. Bununla birlikte, yukarıda adı geçen kitabını, şeyhler konusunda dikkatli olunması ve ihtiyatlı davranılması için kaleme almış bulunmaktadır. Ayrıca, kendi dönemindeki bazı şeyhleri sözkonusu “tabakat” kitabında konu edinmiş olmakla birlikte, “Gerçek Şeyhler ve Sahteleri” adlı kitapta onlardan şikayetçi olmakta, kendisinin onlara yaptığı bazı haklı uyarıları dikkate almamak bir tarafa, bu yüzden kendisine tavır aldıklarını, hatta sürgün edilmesi için uğraştıklarını, karalamak için kitaplarına yanlış ilaveler yaptırdıklarını aktarmaktadır. Yani onlar için, “Yeni bir anlayış getirmişlerdir” dememektedir. İmam Şaranî’nin yukarıda aktarılan şekilde (veya buna benzer) bir sözü varsa bile (ki sanmıyoruz), “Gerçek Şeyhler ve Sahteleri” adlı kitabı okunmadıkça, ne demek istediği tam anlaşılamaz.